Hollywood, henüz tanınmamış bir üyesi olmaktan kıvanç duyduğum dünya raysever camiasını sevindirmeyi sürdürüyor. Birleşik Amerika ile aynı tarihte (12 Ocak) ülkemizde gösterime giren “The Commuter/Yolcu” filmi, daha 10 Kasım’da sinemalarımız ekranlarında boy gösteren gösterişli “Murder On The Orient Express/Doğu Ekspresi’nde Cinayet” filminin tadı belleklerimizi tamamen terk etmemişken, olanca gizemi ve hızıyla beyazperdenin peronlarına giriş yaptı (Neyse ki bu filmde, bir öncekindeki İstanbul ile ilgili sahnelerin Malta’nın başkenti Valletta’da çekilmiş olması gibi biraz üzücü bir bilgi yok).
Çoğu Anglosakson film eleştirmeni tarafından “B türü filmlerin özgün büyücüsü” olarak tanımlanan ve daha önceden de “Unknown/Kimliksiz”, “Non-Stop” ve “Run All Night/Gece Takibi” filmlerinde ünlü İrlandalı-Amerikalı aktör Liam Neeson ile çalışan İspanyol yönetmen Jaume Collet-Serra yine dünyaca tanınırlığını kazandığı alanda klasını konuşturuyor. Hangi alanda mı? Değişken derecelerde inandırıcılık sorunu olan senaryolardan bir hayli rahat seyredilebilen, sürükleyiciliği hemen hiç azalmayan, özenle anlatılmış/aktarılmış filmler yaratabilme alanında elbette. Becerikli yönetmenin bu soğuk kış günlerinde izleyenlerin vücut ısılarını yükseltebilecek karakterdeki, temel teması bir banliyö treninde geçen ve bugünkü köşe yazımın omurgasını teşkil eden aksiyon yüklü gerilim filminin konusu ise özetle şöyle:
10 yıldır finans sektöründe işine sadık bir sigorta pazarlamacısı olarak çalışan eski polis memuru Michael MacCauley (Liam Neeson) eşi ve oğlu ile New York şehrinin banliyölerinden Tarrytown’da mutlu sayılabilecek bir yaşam sürmekte ve haftanın 5 günü eviyle New York kent merkezindeki işi arasında banliyö trenleriyle mekik dokumaktadır. Michael işini kaybettiğini öğrendiği bir yaz gününün akşamında her zamanki gibi yine New York’un efsanevi garı Grand Central Terminal’den Poughkeepsie yönüne giden bir “MTA Metro-North Railroad” banliyö treni dizisine biner [Söz konusu sorunlar yumağı trenin vagonlarının dış yüzlerinde gerçek bir MTA logosu değil, uydurma bir simgenin bulunduğu her dikkatli demiryolusever gibi benim de gözümden kaçmadı].
10 sene boyunca sabah-akşam sürekli yaptığı yolculuklar sayesinde, bindiği saatlerdeki trenin yolcularıyla görevli kondüktörlerinin büyük bir bölümüne aşina olan Michael için bu eve dönüş yolculuğu başlangıçta, işini kaybettiği gerçeğinin ağır yürek burkuculuğu hariç, hemen hemen diğerlerinden farksızdır. Fakat dakikalar ilerleyip, tren Manhattan’ı geride bırakarak kendisini banliyölere giden hatlara attığında, Michael’ın oturduğu yerin karşısındaki boş koltuğa Joanna adlı gizemli ve çekici bir kadın (Vera Farmiga) oturur. Michael’ın daha önceden trende hiç görmediği Joanna, kısa süreli bir tanışma bölümünün ardından ona garip bir teklifte bulunur. Michael eğer yolculuk ettikleri trende bulunan ama oraya ait olmayan birini bulma konusunda işbirliği yaparsa 100 bin doların sahibi olacaktır.
2008 büyük finansal kriziyle ailesinin mali durumu ciddi yara alan, ayrıca o gün birdenbire kapının önüne konulup işsiz kalan ve oğlu da gelecek sonbaharda üniversiteye başlayacak Michael için 100 bin dolar kolayca göz ardı edemeyeceği bir miktardır. Ancak tren istasyondan istasyona adeta zıplarcasına güzergahında ilerlerken, Joanna’nın garip teklifi ürkütücü bir dayatmaya dönüşecek, Michael yolculuk sırasında onun telefonla vereceği direktiflerle ölümcül bir komplonun girdabına çekildiğini ve Cold Spring istasyonuna varmadan bu komplonun tüm sırlarını tek tek açığa çıkarmak zorunda olduğunu anlamakta gecikmeyecektir. Artık hem kendisinin hem diğer yolcuların ve bu arada eşiyle oğlunun da hayatta kalmasını sağlayabilmek amacıyla Hudson Nehri kadar hızlı ve düzenli akan zamana karşı müthiş bir mücadele vermek zorundadır.
Her ne kadar aynı yönetmenin daha başarılı bir güncel yolculuk aksiyon filmi olan “Non-Stop” kadar izleyenleri koltuklarına çivileyemiyorsa da, içtenlikle belirtmek gerekirse, sadece açılış ve tren kazası sahneleriyle bile “The Commuter (Yolcu)” onu sinemada görmek için ödediğiniz ücretin ve harcadığınız zamanın hakkını bence veriyor. Bununla birlikte, gerilim ve macera türü film tutkunlarının bile akıllarında film bittikten sonra öyle çok fazla sahnenin yer etmeyebilecek olması kimseyi şaşırtmamalı. Ama benim aklımda, filmi izlerken güçlükle tuttuğum kısa notlar aracılığıyla, ilginç bulduğum bir demiryolu hatası sahnesi çoktan konumunu sağlamlaştırdı bile. New York’un Grand Central garından kalkan hiçbir “MTA Metro-North Railroad” banliyö dizisi, New York kentinin metro ağının hatlarına tabii ki girmez. Oysa filmin başrolündeki trenimiz kaşla göz arasında New York metrosuna ait “86 Street & Lexington Avenue” durağına uğramadan edemiyor. Kanımca, bu küçük falso ya gözden kaçmış bir ayrıntı ya da yönetmenin izleyicilere armağan ettiği bir tür bilinçli şaka olabilir. Öte yandan, benim gibi iflah olmaz rayseverlerin “Yolcu”yu 1 hafta ara ile farklı sinema salonlarında 2 kez izlemeleri (tercihen hep 19:00 civarı seanslarda) ve DVD’si satışa sunulduğunda da mutlaka 1 tane satın alıp, evlerindeki izleği demiryolu olan film koleksiyonlarına eklemeleri tren düdükleri eşliğinde tarafımdan tavsiye olunur.
Sırada ne mi var? Hollywood’un yetenekli ve yıllara meydan okuyan “ihtiyar delikanlı”sı Clint Eastwood’un en yeni yönettiği film olan “The 15:17 To Paris/15:17 Paris Treni.” Yaşanmış, gerçek bir olaydan esinlenilerek gerçekleştirilmiş söz konusu filmin A.B.D.’de 9 Şubat, ülkemizde ise 13 Nisan 2018 tarihinde vizyona girmesi bekleniyor. Hepinize “keyifli seyirler” dileklerimle.