Benim de halen severek okuduğum ve imrendirici yetenekle dokunmuş özgünlüğü tartışılmayacak her yazarın üslubu gibi onunkini de taklit etmeye kalkışarak, tartışılabilecek şair-yazarlığımı gülünç duruma düşürmeyi engellemeyi her nasılsa başarabildiğim edebiyat insanları arasında ilk sıralarda yer alır Ernest Hemingway! Güzel Türkçemizin omurgası olan alfabemizin sesli-sessiz harflerinin yardımıyla ortaya çıkardığım aşağıdaki köşe yazısı denemesi kimilerinize hayli acemi işi görünebilir. Bu gayet doğal ve normal bir durum, çünkü ben ne bir Hemingway uzmanı ne de “rüştünü ispatlamış” bir edebiyat insanıyım. Yalnızca, yapıtlarından zekâmın izin verdiği ölçüde tanıyabildiğim bir “kadim edebiyat ustam” hakkında acemilik derecesi ilgilenenleri sorgulatıcı düzeyde birkaç paragrafı düşten gerçeğe dönüştürmek için beynim, gözlerim ve ellerime yoğun gece jimnastiği yaptırdım; işte hepsi o kadar! Dilerseniz gelin, saatlerce emek harcadığım satırlara şöyle dakikalarca iyice bir odaklanmayı deneyin lütfen! Beğenmezseniz, anında bırakıp başka bir LOJİPORT köşe yazısını veya güncel haberini okuma şansına %100 sahipsiniz nasıl olsa!
Hemingway, çağdaşı konumunda olsun-olmasın, yol ve yolculuk ana ekseninde yapıtlar ortaya koyan ve bu konuda sanatını derinden etkileyebilecek ünlü-ünsüz yazarları detaylıca okuyup inceliyor muydu; açıkçası bu alanda bilgi sahibi değilim. Örneğin Dostoyevski ve Tolstoy’un stratosferlerine biraz fazla takılıp kalmak yerine acaba kurgu avcısı gözlerini azıcık da Robert Louis Stevenson, Joseph Conrad, Jack London, Henry Miller ve hatta ve hatta Jack Kerouac okuyarak yorsa, sözlerine pür dikkat kesilerek Woody Guthrie şarkıları dinlese, 1950’den ölümüne kadarki yaşam ve yazarlık tarzı daha olumlu ve sağlıklı yönde gelişebilir miydi diye düşünmekten kendini alamıyor insan! “Nerede dumdum, orada bulundum” ilkesine uyan ve gezginliğin doz aşımıyla harmanlandığı cinsten bir hayata tutunmuş efsane yazarın, yeterince okumaya ve yazmaya vakit ayıramayacağı fikri ara sıra aklımı kurcalar durur.
Hemingway’e kentler, kıtalar dar gelmiştir. Paris, Fransız Rivierası, Barselona, Madrid, Venedik, Hong Kong, Havana, Key West ve tabii ki Afrika savanları. Nedense ona hep pek yakışacağını düşündüğüm New York ve San Francisco’da kalıcı şekilde konuşlanmaya hiç yanaşmamıştır. Paris ve Venediği taparcasına sevdiği söylenir ama bence her iki görkemli şehrin bayıldığı kafe ve restoranlarında daha çok zaman geçirip daha çok yazmalıydı. Fakat çok gezen Hemingway çok da kazaya uğruyordu. 1945-1955 arası on yıllık dönemde geçirdiği çeşitli zalim taşıt kazaları vücuduna parçalanmış bir diz, kırılmış bir kafatası ve omurlar, böbrek ve karaciğerde yırtılmalar, omuz çıkığı hediye etmişti. Bunların üzerine Birinci Dünya Davaşı kökenli yaralanmalarının sekelleri, kronik uykusuzluk, yüksek tansiyon, ateroskleroz (damar sertliği) gibi ürkütücü sağlık sorunlarını da ekleyince, adınız “Ernest Hemingway” bile olsa, sağlam kafayla her gün oturup birkaç sayfa yazabilmenin ne denli güç ve ıstıraplı olabileceği kolayca kavranılabiliniyor.
Hemingway, adına “varoluş” denilen çetrefilli ve yok edici süreç üzerinde aşırı kafa yoran ve bunu yapıtlarına çaktırmadan incelikle yakıştırmayı bilen birisiydi ki bu durum, DNA’sına neredeyse eşit miktarda işlenmiş “patolojik yaşama sevinci” kadar “patolojik ölme korkusu” ile doğan bir deha için dahi sürpriz sayılmamalıdır! Sonuçta dehalar da insandır ve içlerinden Hemingway gibi kimileri “patolojik ölüm korkusu”nun üstesinden gelebilmek amacıyla savaş zamanlarında haklı gördükleri tarafın yanında bir cepheden diğerine, barış zamanlarındaysa bir riskli yolculuktan ve/veya aşktan ötekine yaşam boyu yıpranırcasına koşturabilirler.
Hemingway, adına “varoluş” denilen çetrefilli ve yok edici süreç üzerinde aşırı kafa yoran ve bunu yapıtlarına çaktırmadan incelikle yakıştırmayı bilen birisiydi ki bu durum, DNA’sına neredeyse eşit miktarda işlenmiş “patolojik yaşama sevinci” kadar “patolojik ölme korkusu” ile doğan bir deha için dahi sürpriz sayılmamalıdır! Sonuçta dehalar da insandır ve içlerinden Hemingway gibi kimileri “patolojik ölüm korkusu”nun üstesinden gelebilmek amacıyla savaş zamanlarında haklı gördükleri tarafın yanında bir cepheden diğerine, barış zamanlarındaysa bir riskli yolculuktan ve/veya aşktan ötekine yaşam boyu yıpranırcasına koşturabilirler.
Hemingway intihar ettiğinde, elindeki av tüfeğini saymazsak, tek başınaydı ama yalnız yaşamıyordu [O sırada, son eşi “Mary Welsh Hemingway” oturdukları evin üst katındaki bir odada uyumaktaydı]. Yalnızlıktan korkmamak gerektiğini bu gezegende en iyi bilen ama en iyi betimlemeyi seçmemiş yazarlardandı. Belki de, yalnızlığın “kara kaplı kitabı”nı uzun gece treni yolculuklarında âdeta ezberlercesine sık sık okumayı yeğlemediğinden, 1961 yılı temmuz ayının pırıl pırıl bir pazar sabahı av tüfeğinin namlusunu dudaklarının arasına yerleştirerek, sisli denizlere dalıp çıkan beynini evinin antresine saçmak üzere, tetiğe basmakta hiç tereddüt etmedi [Kendisi dahil, soyağacındaki güçlü gibi duran narin yapraklardan canına kıyanların toplam sayısı 7 idi].
Hemingway zorun zorunun ne yaşamak ne de ölmek olmadığını daha yazar kimliğinde ünlenmeden önce anlamıştı. Ne yürek atımını değiştirtecek düzeyde bir gerçekliktir ki, edebiyat insanı olarak asıl zorluğun yazamamak olduğunu anlaması için hayli ünlenmesi gerekecekti! Özellikle çeşitli kazalar sonucu maruz kaldığı ve gerektiği biçimde tedavi edil(e)meyen 9’a yakın beyin sarsıntısı ve genetik faktörlerin rolüyle de ağırlaşan depresyonu nedeniyle kendisine uygulanan elektroşok uygulamalarının olumsuz etkisiyle boş defter veya daktilo sayfalarına ait beyazlığın ona yaşanılacak geleceği değil de, deneyimlenecek ölümü kesinkes çağrıştırdığında artık 62 yaşındaydı. Büyük usta beynini uçurmadan önceki anlarında, evde kalmak yerine bahçesinde uzun bir sabah yürüyüşüne çıksa ve tam o sırada Ketchum göklerinde kendine özgü motor gürültüsüyle süzülen bir Boeing 707 ya da DC-8’e başını kaldırıp baksa yahut uzaklardan geçen bir yolcu trenini çeken dizel lokomotifinin yolculuk davetçisi düdük sesine kulak kabartsa veya zamanı ve yuvasını şaşırmış tombiş bir kirpi yavrusuyla göz göze gelse, acaba epeydir üzerinde kafa yorduğu ölümcül eyleminden vazgeçer miydi? Aşırı alkolün yalancı yardımıyla başa çıkmaya çabaladığı ciddi fiziksel ve ruhsal sağlık problemlerini ve etkinliği tartışmalı toplam 21 adet elektroşok tedavisinin beynine yaptıklarını düşünürsek, söz konusu olasılık hayli cılız görünüyor. Yine de bizler böylesi bir sorunun doğru yanıtını asla ve asla bilemeyeceğiz!
Şu an yazarken benim, şu an okurken de sizlerin sonuna yaklaştığınız LOJİPORT sitesinde yer alan bu haftaki köşe yazımın alternatif başlığı “Hemingway 62 Yaşında Ölmemeliydi” de olabilirdi. Gerçekten de, keşke 1961 yılında hem tıp bilimi daha fazla gelişmiş [Bilgisayarlı Tomografi, Manyetik Rezonans Görüntüleme Sistemi gibi tanı yöntemleri ve Klomipramin, Alprazolam, Fluoksetin, Essitalopram gibi ilaçlar icat edilmiş] hem de insanlık intihar konusunda daha bilinçlenmiş olsaydı da, benzersiz “Hem” Usta’yı edebiyatsever gezegenimiz daha yaratabileceği nice yapıtla daha uzun süre ağırlayabilse idi! Onu bir defa daha yaşadığı zamanın ötesindeki cesur gezginlik ve yazarlık stilinin yanı sıra, hayatının kapkaranlığı bol, son beş senelik dönemi içerisinde tamamlayarak, ölümünü takiben yayınlanan anı-anlatı karışımı bir tür veda kitabı [“A Moveable Feast/Paris Bir Şenliktir”] aracılığıyla “Paris’in devingen bir şenlik” olduğunu ayrımsayıp bizlerle paylaşma cömertliği göstermesinden ötürü saygıyla selamlıyorum. Kendisi “Yitik Kuşak/Lost Generation” diye dünya edebiyat tarihine geçmiş önemli bir neslin hem en güçlü temsilcisi hem de en uzun süre şöhretini koruyarak canlı kalabilmiş üyesiydi ve miskince geçirilecek bir yaşlılığı kaldıramayacak denli de gururluydu.
Verimli günler ve gelecek pazar yine bu sütunda görüşmek üzere.