Mütevazi gemisever-trensever-uçaksever şair ve yazarlığımla desteklenmiş, iddiasız “yolculukseverliğim”in yanı sıra, daha da iddiasız olduğum bir özelliğim vardır ki, o da amatör “gurmelik”tir. Bu pazar günü, köşemin takipçisi siz LOJİPORT okurlarıyla söz konusu amatör gurmeliğimden ilginç olabileceğine inandığım bir kesiti paylaşmak istiyorum. Elbette köşe yazımın sonunu deniz ve denizciliğin hayatımdaki vazgeçilmezliğiyle ilişkilendirmeyi deneyerek!
Büyük bir engel çıkmadığı takdirde, her haftanın bir tatil günü (ya cuma ya da cumartesi) akşam yemeği ve sonrasını şu aktaracaklarıma benzer şekilde değerlendirmeye çalışırım. Ama önce sizlerle bu akşam yemeğinin önemli gördüğüm gurmelik bileşenlerini paylaşmalıyım. Sözü ilk olarak “dillere destan” nitelikte “dil peyniri”ne getirmek istiyorum. Türkiye’ye özgü en ünlü peynirlerden biri olan dil peynirine hayranlığım, ilk gençliğimden bu yana katlanarak artıp bugünlere ulaşmıştır. Normalde yağlı ama tuzu az olan ve hep lokuma benzettiğim bu doygun lezzetli yumuşak peynirin, ülkemizde tek bir firma (benim bildiğim kadarıyla) tarafından epey önce daha az yağ ve tuz içeren “diyet (light)” formunun piyasaya verilmesiyle kendisi birden en gözde peynirim konumuna yükselmiş ve akşam sofralarımın vazgeçilmezleri arasına girmiştir [Öyle ki, henüz ülkemizde diyet (light) formu bulunmayan efsanevi “mozzarella”nın bile mutfağımdaki baskınlığına, bir süreliğine de olsa, son noktayı koymuştur].
Ancak her nedense, seçkin dil peynirinin diyet (light) formu uzunca bir süredir memleketimizdeki hiper ve süpermarket raflarından kaybolmuş durumda. O nedenle, onunla yeniden buluşana dek, kendisini şimdilik sadece belleğimdeki haliyle anımsayıp, geçmişte peynir tabağımda onu nasıl servis ettiğimle ilgili görüşlerimi bugün sizlerle paylaşacağım. Bu kısa sayılabilecek yazıyı kaleme alırken amacım kendimi övmek değil elbette. Sadece geçen yıllar boyunca bir tür deneme-yanılma yönteminin yardımıyla söz konusu peynirin birtakım değişik gıdalarla beraber tüketiminden nasıl özel bir tat alınabileceği hakkında sizlere birtakım önerilerde bulunmak niyetindeyim.
Bir paketinde 4 adet olarak satışa sunulduğunu anımsadığım diyet (light) dil peynirinin ben yazımın başında bahsettiğim tatil akşamlarında tamamını esas yemek olarak tüketirim. Nasıl mı? Önce birbirine yapışık durumdaki 4 dilim peyniri tek tek ayırıp, büyükçe bir porselen tabağa yan yana dizerim. Sonra her bir dilimin üzerine az miktarda natürel sızma zeytinyağı gezdirir ve çok az miktarda kuru kekik ve fesleğen ile 4 adet kapari eklerim. Ardından sıra, peynirlerin yanına 2 yemek kaşığı haşlanmış deniz börülcesi, 8 adet kiraz/kokteyl domates, 2 adet kuru incir, 2 adet kuru erik, 2 adet kuru kayısı, 2 adet iç çeviz, 1 yemek kaşığı pikola fındık ve 1 yemek kaşığı da kuru üzümü bir yontucu özeniyle yerleştirmeye gelir [Bence, hayli besleyici ve sağlıklı bu yemeğin yanında asla bir dilim ekmeğe bile yer olmamalıdır!]
Tabağı alıp, küçük salonumdaki geniş ekran televizyonumun tam karşısındaki rahat koltuğuma (ki yanı başında daima yeterince geniş bir sehpa bulunur) yönelerek kurulduğumda, bu leziz ve hafif akşam yemeğini hemen afiyetle mideye indirmeye mi koyulurum? Kesinlikle hayır, çünkü buzdolabında en az 8 saattir ideal biçimde soğuması için beklettiğim “şeker ilavesiz” %100 saf kırmızı/siyah üzüm suyu şişesinden kendime uzun bir cam bardak (ki ideal biçimde soğuması için onu da buzlukta 15 dakika bekletirim) doldurmalıyımdır. İşte ancak ondan sonra benim için bir tür mini ziyafet başlar. Söz konusu özgün peynir tabağını, ayrı ayrı zamanlarda yine “şeker ilavesiz” %100 saf, soğuk “elma” ve “portakal” sularıyla da denedim. Şunu gönül tokluğuyla söyleyebilirim ki, her üç meyve suyu tüketimi sırasında aldığım tat ve keyif, “kırmızı/siyah üzüm suyu” ile en üst düzeyde ve rakipsiz kalitedeydi.
Böylesi bir akşam yemeği deneyimi sırasında, yaşama sevincim iyiden iyiye doruğa tırmanma yolundadır ve bu tırmanış yolculuğunun süresini kısaltmak için de, DVD arşivime dalıp, kanımca tüm zamanların gerçekleştirilmiş en başarılı ve gerçekçi korsanlık dizisi olan “Black Sails”in 4 sezonundan herhangi birini seçerek, televizyon ekranımı aktif hale geçirmem gereklidir. Uykunun tatlı ve ağır öpücükleri göz kapaklarıma konmadan, hangi sezonu izleyeceğimin kararını ise, o anki ruh halim verecektir. “Black Sails” dizisini bu denli beğenmemde, ilgili yapımın hem prodüksiyonu hem de oyuncularının başarısı kadar sürükleyici senaryosunun, en beğendiğim yazar ve şairler arasında yer alan Robert Louis Stevenson’ın ölümsüz yapıtı “Treasure Island/Define Adası”ndan etkilenmesi ve o romandakinden daha önceki döneme ait denizler tarihinden bir kesiti sunmayı hedeflemiş olmasının da rolü tartışılmazdır.
Gezegenimizin her yaşta eğitimin mümkünlüğüne inanmış, sayısız duyarlı vatandaşından biri olarak sonsöz niyetine, eğer kabul ederlerse, bu haftaki köşe yazım aracılığıyla tüm yeryüzü denizcilik duayenleriyle profesyonellerini günümüzün (ve geleceğin) modern deniz korsanlığı ya da haydutluğu sorunuyla baş edebilmek adına, gelişemeyip geri kalmış denizci ülkeleri ekonomik ve sosyal açıdan kalkındırmak ve yasal yoldan verimli balıkçılığa özendirmek konusunda süratle aksiyon almaya davet etmek istiyorum. Kendileri (ve pek tabii bütün politikacılar) benden daha iyi bilirler ki, yoksulluğun, açlığın, çaresizliğin ve umut noksanlığının kol gezdiği sularda yüzde yüz güvenli deniz trafiği ve ticaretinden söz edebilmek, artık kutuplardaki buz kütlelerinin kesinkes erimelerini önleyebilmek kadar olanaksızdır.
Verimli günler ve gelecek pazarki yazımda görüşmek üzere.